1960’lı yıllara gelindiğinde Türkiye turizmle tanıştı, konaklama turizmi daha önce ülkemiz vatandaşları tarafından pek bilinmiyordu. Ülkemizde ilk olarak Kuşadası pilot bölge seçildi, oteller açıldı, pansiyonlar açıldı ve turistlerin gelmesi ile birlikte insanımıza yeni bir iş kapısı açıldı. Türkiye’nin neredeyse her bölgesinde yer alan antik kentlere akın akın gelen turistler bu otellerde konaklayarak ülkemize güzel paralar kazandırdı. Şimdi Türkiye uluslar arası turizm işletmeciliği bakımından ilk üç sırada yer alıyor.
***
Turizmin ülkemizde tanınmasından sonra, sahillerde yer alan büyük küçük tüm kentlerde yazlık site yapma yarışı başladı. Öyle ki artık bu sahil kentlerinde nefes almak bile zorlaştı. Öte yandan asıl korkunç olanıysa açık hava müzesi olan bazı sahil kentlerimizde bulunan binlerce yıllık antik kentlerin çevresine kurulan yazlık sitelerdi. Örnek olarak Didim’de antik Didyma’yı görmekteyiz bunun gibi çok fazlası Anadolu’nun farklı bölgelerinde mevcut… Anadolu topraklarında kurulmuş imparatorluklara ait antik kentler, kasabalar maalesef modern çağın binaları arasında kalmış ve orijinalliklerinden uzaklaşmış. Oysa Avrupa’ya baktığımızda hem sahilleri hem de iç bölgeleri korunmuş ve turizme açık canlı şehirlerden oluşuyor. Yüzlerce hatta bazı yerlerde binlerce yıllık şehirler, kasabalar, köyler ya aslını koruyarak ya da aslına uygun restore edilerek günümüze kadar gelmiş.
Özellikle Orta Avrupa ülkeleri bu konuda çok ama çok başarılı olmuş. Saraylar, hanlar, arastalar, köprüler, şatolar, kilise ve benzeri dini yapılar zamana meydan okurcasına hala dimdik ayaktalar. Bu yerlerde yaşayan yerel halk atalarının miraslarına gözü gibi koruyarak turizme açmış ve milyonlarca dolarlık kazanç elde etmekte her yıl. Saydığım yerlerin bazıları otel, motel ve pansiyon olarak turizme hizmet vermeye devam ediyor. Bizim ülkemizde ise durum tam tersi tarihi miraslarımıza zarar verenler bile çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde izlediğim bir televizyon programında gördüklerim beni çok üzdü. Bazı kendini bilmezler tarihi surların taş duvarlarına sprey boyalarla aşklarını ilan etmiş, bazıları grafiti resimler çizmiş, bazılarıysa taşları söküp inşa ettiği evinin bir yerinde kullanmış. Bilinçsizlik ve cehalet bu olsa gerek.
Konumuz asla koruyamadığımız sahillerimiz, Avrupa’da turizme kazandırılmış şehirler var. Özellikle denizi ve güneşiyle Türkiye’nin rakipleri olan Fransa, Portekiz, İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi ülkeler sahil kentleri sayesinde turizmden çok büyük paralar kazanıyorlar. Bu ülkelerin de antik kentlerle dolu sahil şehirleri var, ayrıca Avrupa kültürünü yansıtan yapıları var. Barok ve neo klasik yapılar en az antik kentler kadar fazla. O ülkenin o şehirlerde yaşayan vatandaşları bırakın bir duvar taşına zarar vermeyi akıllarından bile geçirmiyor. Çünkü çok iyi biliyorlar ki bu tarih kokan şehirleri onların işi, aşı, mesleği, evi, mirası… Bugün Avusturya’nın başkenti Viyana başta olmak üzere, Macaristan’ın başkenti Budapeşte, Fransa’nın başkenti Paris, İtalya’nın başkenti Roma, antik ve geleneksel Avrupa mimarisiyle iç içe olan kentler. Tarihine sahip çıkan bu ülkeler, bu sayede döviz girdilerinin çıtasını her sene daha fazla yükseltiyor.
Türkiye olarak manzaraya baktığımızda az önce Didim örneğinde olduğu üzere, sahillerimizde aşırı derece yapılaşma var ve halen devam ediyor. Artık yabancılar ülkemize sadece ucuz buldukları için tercih ediyor. Kur farkından kaynaklanan parasal güç sayesinde denizlerimizden ve turizm tesislerimizden yararlanıyorlar. Çoğu turist bizim koruyamadığımız kültürel mirasımızı bizden çok daha iyi biliyor ve bilgiye sahip. Ülkemizde korunan yerlerimiz var ama onlarda devletin korumasında, çünkü halkımızda bu bilinç yok denilecek kadar az. El insanı tarihine ve geçmişine sımsıkı sarılmış ve sahip çıkmış, koruyor ve sonucunda ekonomik kazançlar elde ediyor. Ne mutlu onlara demekten başka bir şey gelmiyor içimden…