Acemiliğimi “Yahudi” tavlası da denilen “kız tavlası” ile başladım. Tavlanın iddiasıda başka şeye benzemez, hani.Usta bileklerin kapışması da hayli çekişmeli olurdu. Mızıkçılık da ulema zarların “ gel-gitinde” eksik olmazdı.
Liseyi İzmir Mithatpaşa da okurken Güzelyalı da Dayımlarda kalırdım. Boş zamanlarda ve yaz günlerinde dayım tavla öğretmeye başladı.
Usta bir zardı, bana göre. O yıllarda Güzelyalı da her evde, işyerinde tavla bulunurdu.Televizyonların komşuluğu ve dayanışmalığı unutturmadığı yıllarda, misafirliğin en uçuk randevusu tavla ile başlardı, 45'lik plaklar revaçdayken.
Dayım, dişine göre bir rakibi hazır tutmak için el emeği tahta kutunun en gizemli sırlarını bana aşıladı. Dayımın kahvehane alışkanlığı yoktu ama Poker, Plaki ve Blum'u çok iyi bilirdi.Aylar geçtikçe kağıt oyunlarının hepsini öğrendim. Kış geceleri Zeytinlik, Karataş ve Balçovaya misafirliğe gittiğimizde deplasmana gitmiş gibi olurduk.
Dayımın doyumsuz tutkusu tavlaydı.Zar gelipde karşıdaki oynayamadı mı çıldırırdı. Şeş kapısını alıp içeri girdimi, bir de pulları toplamaya başladı mı altın dişleri görünürdü ihtiraslı keyfinde.Attığı zar “ Gele” geldi mi, öfkesini alnındaki hoyrat çizgilere yayardı.Ne zaman zarı, pulları yere düşürsem “Aysel! Çarşaf getir” Diye yengeme seslenirdi.Dayımın zar tutup da beklediği sayıyı yüreklendirmesi beni çok kamçılardı.Dubara, Car-ı yek, Şeş-i beş, düş-se bu arap kökenli rakamlar rüyalarıma bile girerdi.Dedim ya! Dayım hakikatten tavla ustasıydı. Pullarla konuşup,zarları kalbinin cebinde taşıyacak kadar duyguluydu. Ondan bir oyun alsam benim için bayramdı.
Çünkü her seferinde efsunlu Tavlayı koltuğumun altına yerleştirirdi. Yinede onunla tavla oynayıp kapışmak heyecan verirdi.Okul arkadaşlarımla Karantina' nın Deniz kenarı kahvelerinde ve Güzelyalı'da “Kör” Kadrinin lokalinde pratiğimi geliştirdim.Kaldımız yer eski bir Rum eviydi. Üstü beton ve çatlak olduğundan o yarıktan gece yıldızlara bakıp sedef pullu kahveleri düşlerdim. Aydın'da, aynalı kahve, Üçgen kahve, yaşlı Madran kahvesi gözümün önüne gelirdi.Bir gece tavandaki o yarıklardan Penç kapısına yağmur damlaları buseledi. Çaresiz, İnciraltındaki Atatürk öğrenci yurduna taşındım, Dayımlar da başka eve.Okulu bitirdim, Askerlik, iş hayatı derken çoluk, çocuğa karıştım. Dayım da torunlarına. Aradan çok uzun zaman geçti. Ceviz ağacından yapılmış Tavla, ustamla aramıza bir daha girmedi.Dayım çocukluğumda Marangozdu, kendi imali olan ceviz Tavlayı senede bir kez “ Gomelak” cilası ile parlatırdı.
O Güzelyalıdan ayrılamadı, ben Aydına döndüm. Her karşılaştımızda, Tavla oynuyormusun! Diye sorardı.Anılar işte, Gurbet şiirlerinin gece açan Melisalarını sakladı. Yazar Kemal Yalçın'ın “Emanet Çeyiz”i gibiydi o allı- pullu sandık. Şimdi seferinden dönmüş, limana çekilmiş yorgun gemi gibidir.Yıllar sonra kız kardeşimin Çalış'daki yazlığında buluştum Ustamla. Güneşin koynundan henüz kurtulmuş arka balkonda çattık tavlayı. Asmanın gölgesine sevdaların saklandığı hasretimizi külhana çevirdik her oyunda.Onun zar tutuşu, kapı alışı, küllenmeye buraktığımız esrik anıların kulağını çınlatmıştık.Çalış'taki beraberliğimizin son gününde Ustamı yendim, hemde bana öğretttiği kurallarla. Ağarmış bıyıklarının arasından iki cümle döküldü o an“ Gelmedi mi gelmiyor namussuz zar”Pişmanlığın uçurumundaydım. Gözlük camındaki buğular yağmur damlasına dönüştü. Göz pınarlarından adeta Kızılırmak geçmiş gibiydi o kahrolası yenilgi ile. Deniz gibi kabarmış yüreğimden göçmen kuşları havalandı, sevinemedim....Geçen gün kızımla, yıllar sonra Tavla oynarken, zarım Beş-üç geldi. Göğüs kafesimde uyanan bir heyecanla bağırdım, “Pen-cü-se” Severler güzeli gencüse.Rahmetli Dayımın en çok dillendirdiği sözcüktü bu.En büyük dileğim bir gün içi anı dolu o Tavlayı kucağıma alıp elimi sürmek.
Begonviller içinde uyu Ustam Necati Dizman.