Ülke ve ulus olarak Kahramanmaraş merkezli binlerce can kaybına ve maddi kayıplara yol açan depremlerin yaralarını sarmaya çalışıyoruz. Bugünlerde gerek görsel gerekse de yazılı medyada yapılaşma, inşaat, kentsel dönüşüm, yapı denetimi, mimari gibi meseleler sıklıkla tartışılıyor.

Alanında uzman çeşitli isimler ekranlara çıkarak, gazetelere röportajlar vererek fikirlerini dile getiriyor.

***

Türkiye, bir deprem ülkesi. İlimiz Aydın da birinci derecede deprem kuşağı üstünde yer alıyor. Durum böyleyken yüksek katlı bina sevdasından vazgeçmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ben, iletişimciyim. Teknik adam değilim. Yüksek katlı binadan vazgeçelim derken bunu “yüksek katlı binalar depreme dayanıksızdır” anlamında da kesinlikle söylemiyorum. Başka bir değişle ahkâm kesme niyetinde değilim. Fakat izlediğim ve dinlediğim bilim insanları, konunun uzmanı isimler 2 – 3 katlı, oturma alanı geniş, yeşil alanları, toplanma alanları bulunan yerleşimlerin depreme daha dayanıklı olduğu gerçeğini her fırsatta dile getiriyor.

Sağlıklı bir zemine, doğru teknikle sağlam bir yüksek bina inşası elbette mümkündür ama kat sayısı az binaların yüksek binalara oranla kentleşme ve yapı güvenliği anlamında daha sağlıklı olduğu konusundaki genel kabulü göz ardı etmememiz gerekiyor.

***

Bu nedenle dikey değil de yatay mimari meselesi yıllardan beri ülke kamuoyunun gündeminde. Bu konuda başarılı örnekler de var. 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nde ağır hasar alan Sakarya’nın merkez ilçesi Adapazarı’na 2021 yılının Ekim ayında uzun bir aradan sonra gittim. Gördüğüm kentleşmeye hayran kaldım. 2 – 3 katlı yapıların yoğunlaştığı, yatay mimarinin esas alındığı, geniş cadde ve meydanların olduğu bir kent manzarasına tanık oldum. Adapazarı örneğini çoğaltmak mümkün.

Son tahlilde yüksek katlı binalar, rezidanslar, gökdelenler bir ülkenin gelişmişlik göstergesi değildir, olmamalıdır. Uygar bir kent, yatay mimarisiyle, yeşil alanlarıyla, geniş ve ferah caddeleriyle var olabilir.

Kalın sağlıcakla…