Atatürk, çiftliğini kurarken sık sık oraya gider, yapılan işleri denetler, yapılacakları da tarif edermiş. Bir seferinde Akköprü yolundan çiftliğe gitmiş. Çubuk Çayı boyunca ekilen fidanların tutup yeşerdiklerini görmüş, sevinmiş. Çubuk Çayı ile çiftlik arasında açılan yolun iki yanına ağaç dikilmekte imiş. Atatürk, arabadan inmiş. Yolda çalışanlara, burada bir iğde ağacı vardı, ne oldu diye sormuş. Ağacın ne olduğunu bilmediklerini söylemişler. Keyfi kaçmış birden: Ah! Yazık, yaşlı bir ağaçtı, baharda buradan etrafa kokular saçardı, O'nun ne kadar içli bir duygu adamı olduğunu hayvan, bitki, bütün canlıları ne kadar sevdiğini, onların sessiz varlık ve
Yaşayışlarına ne kadar saygılı olduğunu, bir bahar dalı için söyledikleri de ne iyi anlatmaktadır. Tutulduğu amansız hastalık onu yatağa düşürdüğü zaman Keçiören'den getirilen çiçekli bir badem dalını Prof. A. İnan bir vazoya koyarak odasına götürmüş. Atatürk pek sevinmiş: "Demek bahar gelmiş, ne güzel o bahar çiçekleri" dedikten sonra yüzü düşünceli bir hal almış ve şunları söylemiş : "Ama yazık, o güzel çiçekler birkaç gün gözlerimizi okşadıktan sonra kuruyup gidecekler.
Atatürk, çiçeklerin güzelliklerine hayran olurken, dalında solan her çiçeğin taze bir hayata can vermekte olduğunu da unutmuyor ve vazodaki çiçeklerin o kutsal görevlerini başarmak olanağından yoksun bırakıldıklarına üzülüyor. Doğanın yüceliği üzerine büyük düşünce ve sanat adamlarının söyledikleri derin anlamlı güzel sözler, toplansa, bir cilt tutacak kadar çoktur ama Atatürk'ün uykusuz geçen gecelerinin birinde doğaüstüne düşündüklerini özetleyen sözleri gibi saydam olanı pek azdır.
Bir gün bir dostuna der ki Atatürk : “Dün gece uykum kaçmıştı. Düşündüm. Birader, doğa önünde insan bir hiç... Ama hiç...”
Ömrünün en güzel zamanlarını, gençlik çağlarını, cephelerde, Balkanlardan Trablus çöllerine, Boğazlardan Arabistan'a, Suriye'den Kafkas Dağları'na kadar doğanın en değişik, en çelişik kesimlerinde bin bir olayla geçiren, doğanın yaratıcı dehasını da kahredici kudretini de iş üstünde, gören gözlerle gözetleyen Atatürk, tam anlamıyla bir doğa çocuğu idi.
ASKERLERİMİZİN DOĞA SEVGİSİ
Görevlerinin gereği yaşantılarının büyük kısmı, doğa içinde geçtiğinden olacak, daha köklüdür. Nerede olurlarsa olsunlar, en olumsuz yerlerde bile garnizonların ye çevrelerini ağaçla donatmaya, yeşertmeye özenmelerinin nedeni, sanıyorum ki budur. Eski devlet başkanlarımızdan Orgeneral Cemal Gürsel, Milli Birlik Komitesi Başkanı olarak 1960 yazında İzmir'e gittiği zaman uçaktan inince Yamanlar Dağı'nda çam ormanlarının yanmakta olduklarını görmüş, pek üzülmüş. Bir demeç almak için önüne çıkan gazetecilere Yamanlar Dağı'nı göstererek, böyle yürekler acısı bir manzara karşısında ne söylenebilir, ancak susulur, diyerek hava alanından ayrılmış. Atatürk'ümüz de bir askerdi. Ağaç ve doğa sevgisinin özü buydu…
Aydın Eski Milletvekili, şair, yazar ve eğitimci, rahmetli dayım Mustafa Kemal Yılmaz 'ağaç sevgisi'ni oğlu Hasan'a armağan ettiği 'AĞAÇLAR' şiiriyle şöyle anlatmıştı:
AĞAÇLAR
Ağaçlar barış içinde güzel ve kavgasız,
Usul usul konuşur,
Usul usul sevişirler.
Kimi alabildiğine hür dik başlı
Bozkırın ortasında tek ve mağrur
Kimi yorgun,
Kimi yaşlı.
Gölgeye durmuş, yaprağa gelmiş,
Meyvaya vermiş kendini.
Kimi doygun mu doygun,
Susuzluktan kavrulmuş kimi.
Aynı sevili dilde baş başa,
Sonsuza bu söyleşi.
Ağaçlar hiç kavga etmez
Ağaçlar adam da kesmez.
Derdimizden çatlar da kimi
İncegelen, hasta, solgun,
Ağaçlar bir başka tosunum,
Ağaçlar bir başka olgun.
Kimi neşeli mi neşeli, delişmen,
Vurup sırtına köklerini
Kaçıp gidecek bir sabah bahçemizden.
Ağaçlar bizim için yaşar, bizim için solur,
Darağacında ne zaman
Sallanırsa bir adam
Tutamaz gözyaşlarını ağaçlar,
Ağaçlar kahrolur,
Ağaçlar bir başka Hasan,
Ağaçlar insan mı insan.