Atatürk ırkçı-kafatasçı değildi. Enver Paşa gibi Turan hayalleri kuran, on binlerce Mehmetçiği hesapsız plansız ölüme gönderilen biri hiç değildi. Onun inancı kültür birliği ve ilimdi. Yabancılara karşı duyulan hayranlık onu kızdırırdı.

“Efendiler!

Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve uygarlaşmasına karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanadurmuştur. Artık durumu düzeltmek için Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım anlayışlar belirdi. Oysa, hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olayı yazmamıştır”

Elbette bu yalnızca Avrupa hayranlığına karşı söylenmiş değildir.

Ya o bitmeyen Arap hayranlığı?

“Mustafa Kemal 5. Ordu’da Arap ırkından olan askerlere özel davranıldığını ve Anadolu çocuklarından üstün tutulduklarını gördükçe üzülüyordu.

‘Osmanlılığın verdiği bu aşağılık duygusundan ne zaman kurtulacağız?’ diyordu.

Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolulu kıta çavuşlarına kötü davranıyor, yeni Arap erlere karşı ise gereğinden fazla hoşgörülü yaklaşıyordu.

Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlatıyor:

“Bir gün Makedonyalı yüzbaşı kıt’a çavuşlarından birini bölük komutanı odasına çağırdı. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı, gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Delikanlıdan çok onun ırkına söyleniyordu:

“Sen” diyordu, “nasıl olur da yüce Arap ırkından, peygamber efendimizin kutsal soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin!” Hakaret ediyor, sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki dışa vuruma baktım. Önce bir babaya duyulan saygının içtenliği, sonra bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat Türk askeri gibi iç duygularını baskılamaya çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.

Dayanamadım.

‘Yüzbaşı efendi susunuz!’

Birden şaşırdı, sözlerinin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.

‘Yoksa fena bir şey mi söyledim? dedi.

‘Evet’ dedim, ‘çok fena hakaret ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan yüce olabilir, fakat senin de benim de çavuşun da bağlı olduğumuz ırkın da büyük ve asil bir ulus olduğu, asla tartışılmayacak bir gerçektir’

Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.

Yıllar sonra, bir gün Ankara’da anlattığı, yakın arkadaşı Müfit’in de tanık olduğu bu gerçek olay karşısında görüşü şu idi:

“Bu ve buna benzer olaylar; Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka uluslarda şu veya bu nedenle üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır” Bu yanlış görüşe son vermek için Türk milletinin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu övünçle savunmasını yaşamı boyunca amaç edinmiştir, Atatürk’ümüz. “Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak hepimizin görevidir” demiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır.

“Ne mutlu Türk’üm diyene!” hitabıyla seslendiği zaman, bana tüm varlığı ve içtenliği ile inanmıştı.