Yurt dışında üniversite eğitimi almış yazarımız K.B anlatıyor:
Hem çalışıyor hem okuyorum. Sabaha kadar nöbet tutup sonra okula gidiyorum. Çok kolay olmasa da ders çalışabildiğim için mutluydum. Üniversitede ağır Fransız aksanıyla konuşan bir hocam ders sonrası beni çağırdı ve “Türk müsün?” diye sordu.
“Evet” dedim, “Ya siz?”
“Ben” dedi, “Ermeni asıllı bir Fransız’ım.”
“Öyle mi?” dedim, “Çok memnun oldum.”
Elimi uzattım ve elim havada kaldı. Nefret dolu gözlerle baktı bana. Bu bakışı ömür boyu unutmadım.
Bana yaptıkları yüzünden bırakmak zorunda kaldığım tek dersti onun dersi. Bu nasıl bir nefrettir?
Bir insanın başka bir insana sadece dini, rengi, inancı veya milliyeti yüzünden bir nefret duyabileceğini nasıl düşünüyorlar?
Bizler hiç katıksız bir düşmanlık güderek büyütülmedik oysa. Önce İspanya’da katliamdan kaçan, sonra da Hitler’den kaçan Yahudilere kucak açtık. Türk olmayanlara Türk pasaportu verdik. Türk trenine, zulümden kaçan Yahudileri doldurup Nazilerin tam göbeğinden kaçırarak Türkiye’ye getirdik.
Ermeni de vardı, Rum da, Süryani de içimizde. Paskalya günlerini bekledik dostlarımızın. Noel zamanı kilisede bize mum yakanlar hiç eksik olmamıştı. Ramazan ayında gayrimüslim arkadaşlarımızın anne ve babaları “Müslümanlar oruç tutuyor. Ulu orta sakın bir şey yemeyin” diye uyarırdı arkadaşlarımızı.
En güzel zeytinyağlı dolmaları onlar yapardı. Yörük olan Türklerin mutfaklarının kendine has ve bu kadar geniş olması işte bu muhteşem farklılıklardan kaynaklanıyordu. Ayrımcılık aklımızın ucundan geçmezdi hiç: hâlâ da öyle.
Onlar da bizim bayramlarımızı kutlarlardı.
Kürt Mehmet diye takılırsak o, bu şahsın doğruluğunu, dürüstlüğünü söylemek içindi. Laz oğlu da inadını, çalışkanlığını, sivri zekâsını. Çerkez derken önce yemekleri sonra Şeyh Şamil’i düşünürüm nedense?
Bu katıksız düşmanlık nasıl oluyor, nerede pişiyor? Kimin işine yarıyor diye sorgulamak gerekiyor. Gelecek kuşaklara daha iyi yaşam bırakmak içindi her şey. Kul olmaktan vatandaş olmaya, ümmet olmaktan ulus olmaya adım atılmıştı. Kimsenin geçmişine, diline, dinine, teninin rengine bakılmadı.
“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyerek yola çıkan, çok kısa zamanda dev adımlar atan, yoksulluktan, açlıktan, savaştan çıkan bir ülkeyi 10 senede dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biri durumuna getiren muhteşem bir lider ve onun önderliğinde nefes almadan çalışan bir kuşak vardı.
ARADAN ZAMAN GEÇTİ ve bölünmeler oldu. Gruplaşmalar başladı. Gençler henüz Atatürk ve Cumhuriyet tarihini bile öğrenmeden bilinçli ve planlı bir şekilde farklı ideolojilere yönlendirildiler.
Çok sonraları da bunların en tehlikelisi ile tanıştık:
Din ve inançların kullanılması. Oysa ne ninemin başörtüsüne karışırdık, ne de o kız kardeşimizin eteğine. İnançlara saygılıydık. Sonra değer yargılarımız hızla yozlaşmaya başladı.