Dünyamızın uydusu, geceleri parladığında yeryüzünü aydınlatan çocukluğumuzun Aydedesi…
“Ay Dede parlak dede, / Yüzü toprak dede
Gün bitti gece oldu/ Işığını yak dede.
Kaşın gözün hep tamam/ Benziyorsun adama
Güneşten bol ışık al/ Gönder benim odama.”
Şair İ. Hakkı Sunat, dizelerinde insana benzetir, geceleri bizi aydınlatan dünyamızın bu tek uydusunu.
Beethoven’in Ayışığı Sanatı’nı dinlerken Kültür ve Sanat Dünyasından yazarımız T.Ö. şunları düşünür: Gözleri görmeyen bir kızla tanışıp, “Senin için ne yapabilirim?” diye sorduğunda; “Bana ay ışığını anlatır mısınız?” diyen o genç kızın isteği üzerine bestelediği söylentisini bilen yazarımız bu sanatı dinlerken Ay’ın gözlerinden süzülen yaşları farkeder. Ağlıyordu Ay Dede! Sordum usulcacık “Neden ağlıyorsun?” diye. Önce bir şey demedi. Üsteleyince de “Dünya’nın haline…” dedi yaz esintisinin önüne kattığı pamuk şeker örneği bulutların arasından, “Sen görmüyorsun ama yine dört bir yanda ormanlar yanıyor cayır cayır, içinde bin bir çeşit canlarla… İnsanlar da aldırmıyorlar ateş bacalarını sarmadıkça.”
“Ama…” diyecekken sustum. Biliyordum ormanların kimi zaman bilinçli olarak, kimi zaman dikkatsizlikten paradan sakınılıp yer altına alınmayan ormanlık arazilerin üzerinden geçen elektrik hatlarından… Dahası ormanlarda kimi yerlere paratonerler konup topraklama yapılabilecekken düşen yıldırımlar yüzünden dünyamızın akciğerleri olan ormanlarımızın yandığını, paratoner yerleştirilirse bu tür yangınların önlenebileceğini ben de düşünmüştüm. Neden olmasındı ki? Binaları, kentleri koruyan paratonerler ormanları da koruyabilirdi…
Bunları düşünürken. Ay Dede “Yalnızca bu yanıp kül olan ormanlar değil benim derdim, insanoğlunun/kızının içine düştüğü acınası zavallılık” diyerek sürdürdü sesi titreyerek konuşmayı. “Nasıl yani?” deyip soracakken Düşünsene,” dedi “düşünsene, birbirlerini yiyip boğazlıyor insanlar bir arada kardeşçe yaşamak varken şu kısacık ömürlerinde. Neden bütün bu savaşların yanı sıra, buncasının açlık susuzluk çekmesi insanca huzur içinde yaşamak varken? Düşünsene, neden? Neden?”
Nice yüz yıllar boyu düşünüp çözümlenememiş bir sorunun yanıtıydı benden beklediği.
“Bencillik…” dedim; “Nedeni bencillik!”
Sordu: “Sence nedir bencillik?” diye.
“İnsanın yalnız kendini düşünmesidir,” diye yanıtladım hiç düşünmeden.
“Hayır,” dedi. “İnsanın insan olmaması!”
************************
O sırada gök gürleyip arkasından şiddetli yağış başlayınca yazarımız uykudan uyanır. Gördüğü düşü düşünür: İnsanın, insanlığın bir türlü içinden söküp atamadığı, her kötülüğün nedeniydi, adına bencillik dediğimiz bu illet!..
Çağlar boyunca kimi düşünürler insanı hayvan olarak nitelendirmiş bilimsel gruplarda, “İnsan düşünen hayvandır” diyenlerde var. Ama bu tanım ters yüz edecek olduğumuzda da düşünmeyen insan, hayvandır sonucu çıkıyor ortaya. M.Ö. 551- M.Ö 479 yıllarında yaşayan Konfüçyüs de “Öğrenen hayvan” olarak tanımlamış insanı. Bir hayvan türü olduğumuz bilimsel bir gerçek. Diğer hayvanlara nazaran öğrenen, öğrendikleriyle yaşamı ve yaşamı farklılaştırarak dönüştürmüş olduğu da…
FAKAT…
Auschwitz kampında gaz odalarında Yahudi oldukları için katledilip çırılçıplak üst üste yığılan insanların; Afrika’da açlıktan kurumuş annesinin memesini çekiştiren, trohom bulaşmış gözlerine sineklerin konduğu çocuğun, Bodrum’da cesedi sahile vurmuş 3 yaşındaki Suriyeli Aylan Kurdi’nin ve daha nice insanlık dışı tutum ve davranışların neden olduğu yaşanmışlıkların fotoğrafları da insan denilen hayvanların eseri.
İnsanların büyük bir çoğunluğunun aldırmayıp hatta ortak oldukları dünyayı saran yolsuzluklara, hırsızlıklara tanık oldukça; öğrenen bir hayvan türü olarak bütün bunlara hayvansı iç güdülerin neden olduğunu ne zaman öğrenip üstesinden geleceklerini düşünürken de bir yandan da Nazım Hikmet’in ‘Davet’ adlı şiirinin son dizelerini mırıldanıyorum: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşçesine…” yaşanabileceğini düşünüyorum…
“İki şey sonsuzdur, evren ve insanların hataları.” (Albert Einstein)