20. yüzyıl öncesinde okuma-yazma oranı çok yaygın değildi. Milli Devletlerin kurulma sürecinde ortak dil oluşturma adına zorunlu eğitim sisteminin başlamasıyla okuma-yazmanın yaygın olması sağlanabildi. Dolayısıyla matbaanın gelmesiyle okuma-yazma oranı arttı demek doğru olmaz. Belki matbaa burjuvanın ilme ulaşmasını, bilimin kilisenin tekelinden çıkmasına neden olmuştur denebilir. Bu açıdan Osmanlı’nın son dönemlerinde okuma-yazma oranı düşüktü (zaten Osmanlı’da hep öyleydi, bu devletin en güçlü olduğu dönemlerde dâhil). Cumhuriyet, cahil bir halk kitlesi devir aldı demek de doğru olmaz. Bunun için Arap alfabesinin zorluğu nedeniyle okuma yazma oranı düşüktü demek de açıklayıcı değildir. Cumhuriyet, modernleşme adına bunu yapmıştır. Cumhuriyet döneminde ise harf inkılabından daha çok yeni bir ulus devlet oluşturmak için zorunlu eğitim uygulamasına geçilmesinde okuma-yazma oranının yükselmesinde daha çok etkisi vardır.

Okuma-yazmanın yaygın olmadığı dönemlerde dahi her toplum kendi kültürünü oluşturmaktaydı. Bu üretilen bir kültürdü, tüketilen değil. Onun için aynı coğrafyanın küçük bölümlerinde dahi derin farklılıklar görmek mümkündü. Şimdilerde ise birbirine benzeyen belli merkezlerde üretilmişi tüketmek söz konusudur. Kültür artık bir meta haline gelmiştir. Okuma-yazma bilmek bunu engellememektedir. Frankfurt Okulu, bu durumu ciddi biçimde eleştirmektedir. Medyada ciddi konulardan ziyade basit konular tartışılmaktadır. Kamu adına bunun bir yararı yoktur. Habermas gibi Frankfurt Okulu düşünürleri, eleştirilerinin şiddetini artırarak böylesine bir sistemde kişiler vatandaştan öte bir tüketici olarak görülmektedir. Devlet de bir şirket gibi işletilmektedir. Kişiler ipleri devletin şirketlerin elinde olan birer kukladır. Reklamcılık ve halkla ilişkiler faaliyetleri buna aracılık etmektedir. Feodalizm tekrar dirilmiştir. Kar eden medya baronları, feodal beylerdir veya modern aristokratlardır. İnsanlar, maniple edilebilen birer izleyicidir. Dil sadece düşüncelerimizi ortaya koymaz, düşüncelerimizi biçimlendirir de… Dilde anlam yapıcılar vardır. Medya bunlardan bir tanesidir. Bazen medyanın söylediklerine katılırız bazen değil. Ancak ne tartışacağımızı çoğu zaman egemen sınıflar belirler. Dolayısıyla onlar da egemen sınıfların çıkarı doğrultusunda hareket ederler.

Habermas 18. Yüzyıl aydınlanmasını altın çağ olarak görmektedir. O yüzyılda henüz medya tekelleşmemiştir. Ancak bazı düşünürlere göre 18. Yüzyılı altın devir olarak tanımlamak yanlıştır. Onların kamusal alan dedikleri yerlere burjuva sınıfı kadınları ve okuma-yazma bilmeyenleri sokmuyordu. Dolayısıyla yukarıda anlatılanlar birer romantizmden ibarettir. Mesele burjuvazi sorunu değil tekelleşme sorunudur. İletişim araçlarının da sorunu budur. Eleştirilere göre Habermas, 18. Yüzyıla dair bir mit oluşturmuştur.