Bir zamanlar evler, ocağa atılan kütüğün ateşiyle aydınlanırdı. Bir yere gidileceği zaman ele yanan bir çıra alınır öyle gidilirdi. Misafirlik bittikten sonra ev sahibi misafirinin eline bir çıra verir onları öyle uğurlardı. Eskiden, yaşamın getirdiği koşullardan ortaya çıkmış, fırsat bize gülmez anlamına gelen “Biz çıracı olduk; ay akşamdan doğdu.” Deyişini hemen herkes bilmekteydi. Sonraları gaz lambaları çıktı. Bakkallarda tenekeyle gaz yağı bulunur; insanlar da buradan litreyle gaz yağı alırdı. 3 ve 5 numara şeklinde gazyağı lambaları vardı. Kimi insanlar tasarruf etmek için daha ince fitilli 3 numaralı gazyağı lambasını tercih ederdi. Uzak köylerde gaz yağı tedariki zor olduğundan bu köyler uzun süre gaz yerine çırayla aydınlanmaya devam etti. Uzak köylere 1983’ten sonra elektrik getirilebildi. Tüplerin ortaya çıkmasından önce gaz ocaklarının var olduğunu hatırlatalım. Gazyağının ateşiyle yemekler pişirilirdi. Yine ‘sobaların, ısınma için günlük hayata girmesiyle birlikte gazyağı beslemeli sobaların da üretilip satıldığını’ söylemeliyiz.

Kentlerde gaz lambası dönemi biraz daha kısa sürdü. Belediyeler öncülüğünde elektrik fabrikaları kuruldu. Bu elektrik fabrikaları devasa jeneratörlerin bulunduğu yerlerdi. Buradan üretilen elektrik sadece o şehre verilebilmekteydi. Elektrik fabrikalarında sık sık arızalar meydana gelirdi. Elektrik kesintileri olağan bir durumdu. Evlerde elektrik tesisatı dış yüzeydeydi. Bütün kablo bağlantıları buna dâhildi. Yani duvara gömülü değildi. Türkiye’de termik santraller yoktu. Baraj sayısı oldukça azdı. Rüzgârdan elektrik zaten üretilmiyordu. Jeotermal yataklar sadece ılıca olarak değerlendirilmekteydi. Dolayısıyla ülkemizin başlangıçta ulusal bir elektrik şebekesi yoktu.