Ah... Şu folklor, ne insancıl, ne hoş, ne evrenseldir!
Şaşacaksınız belki ama biz Türklerde de ağaç ve orman sevgisinin kökleri çok derindedir. Bizim cetlerimiz de tipki Cermenler gibi ağaçları ormanları Tanrısal varlık olarak saymışlardır. Türk boylarında ağaç kültürü çok yaygındır. Gök Türkler, Uygurlar, Karakoyunlular ormanları kutsal sayarlarmış. Altay Türk kabileleri için özellikle kayın ağacının Tanrısal önemi varmış. Kayın ağacını "Bay kayın - Kutsal kayın" diye anarlar ve dini ayinlerini hep kayın ağaçlarının yanında yaparlarmış. Sağay ve Molabolların inançlarına göre ülkü Ata'nın rahmeti ile Umay Ana'ya gökten inmiş, yani Tanrı'dan ayrılan bir parça imiş. Kayın ağacı bulunmayan yerlerde ayin yapacakları zaman, oraya kayın ağacı dikerlermiş. Beltiler de "göğe kurban" ayinlerini dört kayın ağacının yanında yaparlarmış. Hastaları tedavi ayininde de yeşil yapraklı kayın dalları eksik edilmezmiş. Fergana (Holand) Türkleri arasında tek ağaçlar kutsal sayılır ve onların altında bir yatır (ermiş kişi) bulunduğuna inanılırmış; dallarına paçavralar bağlanarak adak adanırmış. Özbekler de tek ağaçları kutsal sayar ve onlara kurban adarlarmış. Eski Yunan mitolojisinden maki ağaçları için anlattıklarıma benzeyen inanç ve davranışlara Türk halk efsanelerinde de sık rastlanır.
Anadolu'da Dikmen Alcı gibi nice adak ağaçları, kabristanlarda, köylerin yakınlarında titizlikle korunan ormancık ve korular vardır. Bütün bu duygulu davranışlar, atalarımızın ağaçlara karşı besledikleri Tanrılaştırırcasına büyük sevginin bizde halâ diri kalan gösterileridir. Anadolu'da eski şehirlerimizi çevreleyen, bizim daha yakın cetlerimizin kurdukları şehirlerimizin kültür peyzajının olmazsa olmazı olan bahçeler de bizim ağaç ve yeşillik sevgimizi gösteren güzel örneklerdir.
Hayır, biz ağaç düşman değil, ağaç dostu bir ulusuz. Bunu söylerken zihinlerde beliren soruyu duyar gibi oluyorum. Okuyucum diyecektir ki bana: Öyleyse şimdi yerlerinde yeller esen, Anadolu ormanları neden yok oldu? Yalnız ormanların değil, bizim ve Anadolu'nun geleceği, bu soruya düğümlüdür. Ormanların yok olmasının nedenini, orman düşmanlığında değil, yoksulluk baskısı altında yalın yaşama zorunluluğunda aramalıyız. Köylünün ürününün yetersizliği, onu, ormandan ya keserek ya yakarak, yeni açmalara zorlamaktadır. Böylece erozyon alanı da yıldan yıla genişlemekte, bu yüzden de verimli topraklar azalmakta, yok olmaktadır. Nüfusun hala artmasına karşılık verimli topraklar savrulup, akıp gittiği için büyüklüğü değirmeyen
ANADOLU ORMANLARI NASIL YOK OLDU?
Ormanlar nüfusla birlikte artan yakacak gereksinimi yüzünden de harap olmaktadır. Köy evlerinde yemek pişirmek ve ısınmak için yakılan odunun dörtte üçünden fazlası boşa gitmektedir. Bu ilkel ısıtma tekniğinde yapılacak küçük bir değişikliğin, şehirlerde kömür sobası ve kalorifer kazanlarını tutuşturmak için harcanan kereste arlıklarından bile bugün modern endüstrinin en değerli maddelerinden biri dan selüloz özü üretiminin, bize neler kazandıracağını düşünmeliyiz!
Geçim darlığı yalnız ormanları değil, bozkırları da zorlamakta, yozlaştırmaktadır. 1966 yılında; Karaman İlçesi'ndeki erozyondan sonra, Karapınar, Çumra ilçeleri de erozyona uğramış; ekili araziler kum altında kalmıştır. Son erozyonla birlikte Konya'da tarlaların kum altında kalmasıyla, büyük maddi zarar meydana gelmiştir: 30 yıl öncesi bu ovalar hep otlak, tavşan bozkırıymışlar. Yine 1966 yılında; yağışların Aydın'da büyük zararlar meydana getirdiği bilinir. 55 köyün arazisinin sular altında kaldığı ve ürünlerin tamamen yok olduğu belirtilmiştir. Bütün bu doğa olaylarının nedeni bilgisiz davranış ve eylemlerimizin cezası ve sonucudur.
Bu kısır döngüden çıkmalıyız biz. Ormanları kurtarmanın en etkili çaresi, her şeyden önce halkın, hele orman bölge ve sınırlarındaki köylünün karnını doyuracak, geçimini sağlayacak şekilde tarım üretimini artırmak, boşa giden iş gücünü, uygun bir endüstrileşme ile verimli hale getirmektir. Tarımı geliştirmek için bir yandan bereketli toprakları kazıyıp tüketen, memleketi tüm kısırlaştıran erozyon önlenirken, bir yandan da odun kereste üretim ve tüketimindeki savrukluğu önleyecek teknik önlemler alınmalıdır. Anadolu gibi yarı kurak bir memlekette tarımla ormanın ilişkisi etle tırnak gibidir, o kadar içli o kadar iç içedir. Çünkü orman, memleketin can damarı olan su rejimini olumlu biçimde düzenleyen varlıktır. Orman toprağının, her yıl dökülen ve kat kat yığılan dal yaprak artıklarının er geç çürümeleriyle bıraktıkları boşluklar yüzünden sünger gibi özel bir yapı vardır. Bu özelliğinden orman toprakları yağmur ve kar sularını emer' ve akıp gitmesini önler. Orman toprağında çekilen su süzülür, temizlenir ve iyi içme suyu verir.
Birbirini destekleyen tamamlayan tarım ve ormancılığın geliştirilmesi planla memleketin yeri göğü, hayvanı haşatı, taşı toprağı, bitki örtüsü incelenerek tanındıktan, tanımlandıktan sonra bilimsel verilere göre hazırlanacak bir memleket (arazi) planlaması ile mümkündür. Bu gerçeği ve gereği İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü, bir kır gezintisinde söylediği şu sözlerle ne güzel özetlemiştir. “Otları, ağaçları, hayvanları, taşı toprağı tanırsak kalkınma olur.”