Neolitik Çağ'da meydana gelen tarım devrimi karmaşık pek çok bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir. Bunun yanında pek çok gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Yerleşik hayata geçişin başlaması sadece bunlardan bir tanesidir. Toprak üzerinde mülkiyet ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar köy-kent yönetimlerinin veya devletlerinin ortaya çıkışını sağlamıştır. Sınıflar ortaya çıkmıştır. Demir çağı ile birlikte büyük ordular kurulabilmiştir. Tarım devriminden sonra aynı süreçte fazla ürün ve atın ve diğer hayvanların evcilleştirilmesi gibi süreçler ticareti başlatmıştır. Süreçte sınıflar arasındaki fark belirgin bir şekilde artmıştır. Başlangıçta iki temel sınıf vardı. Bunlar yöneten ve yönetilenlerdi. Yönetenler, mülkiyeti ellerinde tutanlardı. Hem arazilerinin köylüler tarafından işlenmesi sonucu onların ürünlerinde hak sahibiydiler. Hem bu arazi sahipleri onların güya güvenliğini sağlamaktaydılar. Tarım yapanların ürünlerinin büyük bir çoğunluğu yönetici sınıf tarafından el konulmaktaydı. Yapılanlar bir nevi vergilendirmeydi. Bunların takibi için ilk başta yazı bulunmuştur. Onun için başlangıçtaki yazılı metinlerde sadece kayıtlar vardır. Duygu, aşk, edebiyat, şiir, destan yoktur.
«Sanat, sanat için midir?» «Sanat, toplum için midir?» «Yoksa sanat, güçlüler veya güç için midir?». Bu minvalde düşünülecek olursa tarihte ilk kez yazının kullanılmaya başlanması da güç odakları ve devleti ve toplumu kontrol eden kesim tarafından gerçekleşmiştir. Mesele aydınlanma değil kayıtlarla toplumun daha fazla kontrolüdür. Ancak ne olursa olsun yazı yeni bir toplumsal bir sınıf var etti. Yazının bulunması medeniyetler için önemli bir gelişmedir. Bu buluştan sonra insanlık eşi görülmemiş bir hızla değişecek ve gelişecektir. Bu üst sınıftı. Bu ayrıcalıklı sınıfın adı kâtiplerdi.
Alfabetik yazının bulunması kâtiplerin tahtını sarsamadı. Ancak Matbaayla birlikte okuma-yazma oranının artışını etkiledi. Artık matbaa okuma-yazmayı ustalık gerektiren bir meziyet olmaktan çıkardı. Seçkinci statüyü ortadan kaldırdı. Aslında kâtiplerin tam anlamıyla tahtını ulus devletlerin kurulma sürecinde zorunlu yaygın eğitimin başlamasıyla okuma-yazma oranlarındaki artışla sarsıldı. Türkiye'de ise Cumhuriyet'in ilanından sonra genel okuma-yazma seferberliği ilan edilmesine ve ilköğretim eğitimin zorunlu hale getirilmesine rağmen uygulamada özellikle köylere eğitim götürülmesi hususunda ciddi sıkıntılar çıktı. Bu nedenle uzun süre nispi iyileşmeye rağmen okuma-yazma oranlarında düşüklük yaşandı. Bu nedenle Türkiye'de 1990'lara kadar kâtipler etkisini kısmen sürdürdü denebilir.
Osmanlı'da yönetici sınıf üç kısma ayrılmıştır: Saray, Seyfiye, Kalemiye-İlmiye. İlmiye sınıfı araştırır, kalemiye sınıfı ise kopyalar. Osmanlı'da bozulma meydana geldi. Bilimsel çalışmalarda sapmalar görüldü. Osmanlı'da kalemiye sınıfı derken daha çok katipler kastedilmektedir. Zamanla ilmiye sınıfı kalemiyeye dönüştü. İlmiye erbabı daha çok tevatür ve nakil ve de derlemeyle ilgilenmeye başladı. Bu nedenle gittikçe seçkinci bir sınıfa doğru dönüştü. Öyle ki beşik ulemalığı doğdu.
Akdeniz ticareti ve Coğrafi Keşifler Avrupa'da yeni bir sınıfın ortaya çıkmasına neden oldu. Bu sınıf burjuva sınıfıdır. Ortaçağda, İslam dünyası batıya göre daha seküler (laik) yapıdaydı. İslam dünyasının tam aksine krallar papazın elinden taç giyerlerdi. Papazın aforoz yetkisi kralları korkutmaktaydı. Sözün özü krallar, derebeylerine ve kiliseye karşı çaresizdir. Özellikle kilise yazı tekelini elinde bulundurmaktadır. Burjuva matbaayı destekleyerek bu tekeli kırdı. Krallar derebeyine ve kiliseye karşı kendilerine yeni bir taban bulmuştu. Bu da burjuvazidir. Özetle matbaa, yazıdaki tekeli ortadan kaldırmıştır. Bu, nispi olarak okuma-yazma oranında artışa denen olmuştur. Ancak okuma-yazma oranındaki asıl devrim niteliğindeki artışa 1789 Fransız İhtilali sonrasında kurulmaya başlanan ulusal devletler dönemindedir. Ulus devletlerin ortak bir dil ve kültür var etme amaçları doğrultusunda zorunlu eğitime başvurmaları okuma-yazma oranlarında ciddi bir patlamaya yol açmıştır.
Batının gelişimi karşısında Osmanlı tam bir gerilemeye girdi. Bu sadece toprak gerilmesi değildi. Toprak kaybının sadece sembolik bir anlamı vardı. Her yönden çürümüşlüğün bir sonucuydu. Pek çok padişah bu gerçeği gördü. Tedbir alma yoluna gitti. Ancak aldıkları tedbirler egemen sınıfların statülerini tehdit etmekteydi. Böylece gelenekçi-yenilikçi çatışması başladı. Gelenekçiler, statülerinin diğer bir ifadeyle egemenliklerinin devamından yanaydılar. Bu arada yenilikçi padişahlara karşı dini sadece bir paravan olarak kullandıkları söylenebilir. Din sadece bir mitti. İnsanları ikna argümanıydı. Gelenekçi-yenilikçi çatışmasında uzun süre yenilen taraf yenilikçiler oldu. Padişahlar katledildi. Padişahlar tahtan indirildi. Çünkü padişahların dayanacakları sosyal bir tabanları yoktu.
II. Mahmut döneminde ilk kez egemen sınıflara karşı yeni bir taban bulunmuştu. O da halktı. Gelenekçi sınıfın yenilikçi sınıfa darbe yapmasına halkın ortak olması veya ses çıkarmaması için kullanılan din ise ilk kez II. Mahmut döneminde darbeci, statükocu, gelenekçilerin elinden alındı. II. Döneminde Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması 1826 yılında gerçekleşecektir. Bu olay Fransız İhtilali sonrası gerçekleşmiştir. Ulus devletlerin kurulma süreci başlamıştır. II. Mahmut'un dayandığı taban olan halk daha sonra evirilerek millet kavramına dönüşecektir (millet burada ümmetten kavramından ulus kavramına evirilecektir). Bu daha sonra Milli Mücadele yıllarında “egemenlik kayıtsız
şartsız milletindir” şeklinde tezahür edecektir. II. Mahmut, dayandığı yeni tabanı harekete geçirmek için en önemli araçlardan birisinin din olduğunu fark etti. Rakiplerinin, padişahların kendi güdümlerinde hareket etmesini sağlamaları için kullandıkları dini onların elinden almakla kalmadı. Modernleşme çabalarına halkın ve diğer sınıfların desteğini sağlamak için dini söyleme devam etti. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasına “Hayırlı Olay (Vaka-yı Hayriye), bu ocağın yerine kurulan yeni orduya Muhammed'in Galip Gelmiş Askerleri anlamına gelen Asakir-i Mansure-i Muhammediye denmesinin altında yatan gerçek nedenler bunlardır.
Halk fikri doğrudan doğruya II. Mahmut aklına gelmemiş olabilir. 1876 Fransız İhtilali ile halk hareketleri dönemi başlamıştır. Egemenliğin Kaynağı değişmektedir. II. Mahmut bunu okumuş olabilir. Benzer akımlar II. Mahmut'un çocukları olan Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde devam etmiştir. Abdülmecit döneminde Tanzimat Fermanı ile doğrudan halka bir takım teminatlarda bulunulması da bu açıdan değerlendirilmelidir. Abdülaziz ise Avrupa'ya seyahate çıkan ilk padişahtır. Özetle «egemenlik kayıtsız şartsız milletindir» sözü bir slogan olmaktan öte veya savaş hararetiyle görülen bir düş olmanın dışında tarihin zorunlu bir sonucudur.
Osmanlının son dönemlerinde Balkanlar ile Rumeli ve İstanbul halkı ile Anadolu halkı arasında bir anlayış farkının olduğu söylenebilir. Kurtuluş Savaşı yıllarında Yaban romanında olduğu gibi Anadolu halkının kendisi halen tam manasıyla egemenlik kaynağının değişimine hazır olmadığı için Mustafa Kemal toprak ağaları ve askeri(seyfiye) sınıfıyla işbirliği yapmıştır. Bu arada egemenliğin kaynağının bilinç düzeyinde değiştiğini gören ordu ve ilgili ordunun bir kısmı aslında çok derinden gelen egemenliklerini elinden bırakmak istememişlerdir. Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü döneminde kendilerinin karizmatik kişiliği nedeniyle bu mümkün olmamıştır. Daha sonra Türkiye tarihinin darbeler tarihi olarak anılmasının nedenlerinden bir tanesi de bu olmuştur. Ordunun yönetime egemen olma istediği zaman zaman nüksetmiştir. Bu arzunun dış dünyadan destek bulduğu an ve iç siyasi manzaranın uygunluğu durumda hemen açığa çıktığı görülmüştür. Bu aşamada egemenliğin kaynağının sürekli millet olduğu dillendirilmiştir. Çünkü artık bu kabul gören söylemi göz göre göre reddetmek mümkün değildi. Millet gerçekten egemen olsaydı darbeler olmazdı denebilir. Bu nedenle aslında millet sözcüğü uzun süre bir mit olarak kullanılmıştır. Toplumu ikna etmenin aracıdır.