Biz Türkler hala içimize TAM DEMOKRTASİYİ sindiremedik mi acaba ..?
Ya da bizde ki demokrasi , bize özgü bir demokrasi modeli mi..?
Kurumsallaşmamış , özümsenmemiş , yerine oturmamış bir demokrasi mi..!
Başkalarının da hak ve özgürlüklerinin olduğunu gözetmeden ,
Kendi haklarımızın ,sınırsız olduğunu sandığımız , aslında özgürlük sınırımızın , başkasının sınırında bittiğinin farkında olmadığımız bir özgürlük anlayışı mı .?
Çoğunluk ben de deyip, bizimle aynı düşünmeyen , ama diğer büyük çoğunluğu görmemek,
Sadece benim doğrularım demek..!
Ne kadar doğru..?
“Anladığım tek şey var o da, hiçbir şey anlamadığımdır” der bir ünlü söz .
Kaçıncı yüzyıldayız, hala doğuda mal gibi alınıp satılan çocuk gelinler,
Yaşam kutsallığına el uzatan dindar olduklarını sanan sözde Müslümanlar,
Kadınları kızları ahırdaki davardan sonra , canlı sayanlar, cehalete kurban ederek, onları da doğuranların kadın olduğunu unutanlar , İşte bir türlü içimize sindiremediğimiz demokrasimiz..!
Bizden birilerinin onlar için göz yaşı döktüğü ancak Kıbrıs’ta bile bizi tanımayan sözde Arap ve Ortadoğu komşularımız,
kapılarımızı ardına kadar açıp 3 milyonu geçkin mülteciyi doyurmamıza rağmen hala bizim yanımızda olamayanlar,
Çanakkale savaşından bu yana, aldıkları hezimetten içinde kuyruk acısı olanların bugün maşa olarak kullandığı terör örgütleri ve söz de müttefikimiz Avrupalı dostlar,
Zaman zaman aklıma nostaljik Osmanlıyı olarak yeniden canlandırıp,
Topkapı sarayında sembolik olarak , tarihi yaşatmak projesi takılır.
Nasıl demokrasinin beşiği İngiltere’de geleneklerini yaşatan Kraliçe,Japonya da geleneklerini sürdüren İmparatorlar
Diğer Avrupa ülkelerinde krallar ,kraliçeler,
Topkapı da sarayda her Cuma canlı ,
Dersaadet günleri tanıtım için ne ilginç olurdu..?
Ama sonra hemen vazgeçtim bu fikrimden,
Millet Avrupa’da kralını kraliçesini bağrına basar,kilisede nikah kıyar, Hükümetler dini törenle yemin ederler,söz olmaz,
Maazallah ,bizim millet hemen ayaklanır, yeşil bayrağa sarılıp “padişahımız çok yaşa ”
derse alimallah ,
Birileri de bunun üzerine atlayıp ,” çoğunluk istiyor “diye başımıza ne çoraplar örer..!
Asmak istediğimizi önce karar verip , sonra Başvekile kadar uzanan infaz ettiklerimizden bir anekdot.
Merhum Adnan Menderes, 1952 yılında NATO toplantısı için Fransa'ya gider.
Bir ara Paris büyükelçisini yanına çağırarak;
- "Sürgündeki Osmanoğulları ailesinin Paris'te yaşıyor olması gerek. Bunlar ne yer, ne içer, ne ile geçinir?" diye sorar.
Büyükelçinin hanedan hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını gören Menderes, büyük bir hayıflanma içerisinde;
- "Sana 24 saat mühlet! Ya Osmanlı ailesinin adresi ile ya da istifanla gelirsin" der. Bir müddet sonra büyükelçi adresle gelir.
Hanedanın ziyaretine giden Menderes, gördükleri karşısında çılgına döner.
Devlet-i Aliye'nin ulu Hakanı Sultan Abdülhamid Han'ın 80 yaşındaki hanımı Şefika Sultan, 60 yaşındaki kızı Ayşe Sultan ve diğer Osmanlı hanımları, Paris yakınlarında bir bulaşıkhanede Fransızların bulaşıklarını yıkamaktadırlar.
Menderes gözyaşlarını tutamaz. Şefika Sultan'ın ellerine sarılır ve;
- "Anne ne olur affet bizi, geç geldik" der. Ayşe Sultan sürgünden otuz yıl sonra gördüğü bu vatan evladına;
- "Sen kimsin"? diye sorar. Menderes de;
- "Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanıyım" der.
- "Ben başbakanım" sözünü duyan koca sultan sevinçten öyle bir çığlık atar ki kalbi duracak gibi olur, bayılır.
Menderes Türkiye'ye döner dönmez doğruca Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a çıkar.
- "Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye'ye dönmeleri için af kanunu çıkaracağım" der. Celal Bayar da;
- "Adnan Bey sus! Sakın bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye'de ihtilal yapar" der.
Menderes cebinden çıkardığı bir mektubu masanın üzerine bırakarak dışarı çıkar.
Mektupta şunlar yazılıdır:
- "Analarının ve babalarının Fransa da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin başbakanı olmaktan utanç duyuyorum, istifamın kabulünü arz ederim. Adnan Menderes."
Menderes'in istifadan vazgeçmesi için epeyce uğraşılır ve hanedan hanımlarının yurda dönmelerine izin verilmesi şartıyla Menderes istifadan vazgeçer.
İstanbul'a dönenler arasında Sultan II. Abdülhamid'in hanımı ve kızı da vardır.
Bir sabah erken saatte Teşvikiye'deki evlerinin kapısı çalınır. Kapıyı Abdülhamid'in kızı Ayşe Sultan açar. Gelen kişi Menderes'tir.
- "Şayet kabul buyururlarsa Valide Sultan'ı görmek isterim" der.
Başında tülbent elinde tespihiyle Menderes'i karşılayan Şefika Sultan;
- "Berhudar olasın evlâdım, hoş geldiniz..." der. Başbakan da;
- "Teşekkür ederim Valide hazretleri; hoş bulduk..." demesinden sonra Şefika Sultan;
- "Beyefendi, niçin önceden haberimiz olmadı? Böyle, hazırlıksız ve gâfil avlandık" der. Menderes de;
- "Zararı yok efendim. Bendeniz elinizi öperek hayır duanızı almak ve bir ihtiyacınız olup olmadığını öğrenmek için geldim" der.
Ayrılırken daha sonraları Yassıada da onun da hesabının sorulduğu şişkince bir zarf bırakır.!
Kıssadan hisse, “bizim anladığımız demokrasi, işimize gelendir.”
Ama dün ülke yararını düşünenler , işimize gelenleri değil, insani yönleriyle , gerçekleri esas alıp değerlendirmişlerdir aşağıdaki gerçek öyküde..!
İşgal yıllarında Osmanlı Dahiliye nazırı iken Atatürk’e ve Kuvvayi Milliye’ye muhalefeti nedeniyle linç edilen Ali Kemal’in 2. Eşi Sabiha hanımdan olan oğlu Zeki’nin ( KUNERALP ) gençlik yılları yurtdışında geçer, İsviçre’de hukuk eğitimi alır. Hukuk doktorası yapan, 7 dil bilen Zeki, İsviçre’de akademide kalma tekliflerini reddeder ve “Benim yerim Türkiye’dir” der. Genç Zeki, 15 yıl sonra 1938’de Türkiye’ye geri döner.
Türkiye’de çeşitli üniversitelere başvurur, kabul edilmez. Ali Kemal’in oğlu olmak, bütün kapıların yüzüne kapatılmasının asıl sebebidir.
Zeki, üniversitelerin kapısı yüzüne kapanınca, askerlik vazifesini yapmak ister. Denizli’de askerlik görevini yaparken, gazetede “Hariciye’ye sınavla memur alınacağını” okur. Komutanların izniyle 1940 yılının Ağustos ayında Ankara’ya gider, sınava girer ve kazanır da…!
Zeki’nin Hariciye sınavına girmesi, bakanlıkta sorun yaratır. “Ali Kemal Olayı”nın üzerinden çok yıllar geçmiştir ancak, bir “vatan haininin” oğlunun bakanlığa alınma ihtimali tartışma başlatır. Tartışma, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye aktarılır. İnönü, kendisine durumu aktaranlara tepki gösterir ve Zeki’nin sınava girmesinin önünü açar.
İnönü’nün talimatıyla Zeki sınava girer. Sınavda birinci olur.
O, artık “vatan haini”nin oğlu değil, Hariciye’nin kıymetli bir diplomatı Zeki Kuneralp’dir.
Bükreş, Prag, Paris, Bern, Londra, Madrid Büyükelçiliği, NATO Türkiye daimi temsilciliği ve Hariciye’nin tepe noktalarından Genel Sekreterliği görevlerinde bulunur.
Cumhuriyet’i kuranlar, genç Türkiye ‘nin ilk yıllarında “vatan haininin oğlu” diye yüzüne kapıların kapandığı Zeki Kuneralp’i İnönün’nün kararlığıyla kahraman bir diplomat olarak bu ülkeye büyük hizmetler verdi. Madrid Büyükelçiliği döneminde, bacanağı ve karısı arabayla büyükelçilik binasından çıkarken, kurşun yağmuruna tutuldu, arabanın arkasından bakmakta olan Zeki Kuneralp’in gözleri önünde eşi nin ölümünü gördü.
Eğer babası Ali Kemal ‘in suçu nedeniyle oğlu Zeki KUNERALP hariciyeye kabul edilmeseydi, ağır bir suç işlenmesi kaçınılmazdı.
Babalarının cezalarını , oğulları ödememelidir.
Çünkü bugün çıktığınız merdivenlerden yarın inerken basamaklarda , dün çıkarken kavga ettiğiniz aynı kişilerle tekrar karşılaşacaksınız..!
SÖZÜN ÖZÜ:
BİR YANLIŞI TEKRAR EDİP DURUYORSANIZ , ARTIK O BİR YANLIŞ DEĞİL , SİZİN KARARINIZDIR.
MEHMET ÖZÇAKIR
mehmetozcakir@homail.com
P:K:110 EFELER AYDIN
GSM :0.542.7608691