Çalgıcılar Sokağı

Abone Ol

Çalgıcıların roman telaşı, cümbüşün nihavent akordu, sokağa düşen esrik havayı siper ederdi. İki katlı binaların arasında lamerina çatılı, tahta barakalı dükkânında esnaf, el emeğini yoğurur, ekmeğe çevirirdi. Bir başka sokağın yorgunu dalardı mavi köşenin yarım perdeli masalarına.

Kimler yoktu 1950’li yılların başında bu sokakta. Akustik yaşamın doyumsuz bir heyecanı çırpınırdı ekmek teknesi bu mabette.

Kıravatlı esnaf, fötr şapkalı müşteriler karşılıklı saygının gel-gitinde olurdu gün boyu. Rahmetli babam İsmail Köybaşı, tüccar terziydi, bu gök kubbenin altında. Önce Aydın Palas Oteli’nin altındaki dükkânda, sonra da ilkokulu başladığım yıllarda karşısındaki Terzi Mustafa Ali Zorlu’nun ikinci katında.

O günkü esnafın adım atışı, konuşmaları ve lakap’ları hala anılarımın tahta valizinde saklı. Keçeci Derviş’in dükkân kepenk’ine bağlı av köpekleri bu yoldan geçerken korkuturdu beni. O yüzden İstanbul kahvesinin sokağından, İtfaiye’nin önünden giderdim.

Eh!. Bir girelim şu sokağa. Sol başta Şekerci Süleyman’ın hala’sının iki katlı şatosu. Şimdi bu bina “Sit” alanı içindeymiş. İlkokula giderken, Akşehirli helvacı Hüseyin ve Muharrem Kula kardeşlerin şekerci dükkânıydı.

O akide’nin kehribar tadı hala damağımı yakıyor. İkinci katında Doktor Osman Dora, sonradan Dr. Nedim Müren taşınmış, elli’li yılların ortasında.

Yanında, Terzi Mustafa Ali ve oğlu Nuri Zorlu. Burası içeriden merdivenli üç katlı bir dükkândı. Babam soradan ikinci katına taşınmış. Üst katlarında arkaya bakan aydınlık penceresi Girit’li Bilal’ın kahvesi’ne açılırdı. Nargile’nin fokurdayışı, içi buz dolu küplerde cam şişeli gazozların birbirine vurarak oynaşmaları, göğüs kafesimde yangınlar çıkarırdı.

Sırada lokantacı Mehmet ve oğlu Hikmet Altındağ’ın “Altındağ” meyhanesi. Fırında pişirilmiş kuzu kellesinin can alıcı kokusu buzcu İsmail’in dükkanIna kadar yayılırdı. Yanında, Dişçi Talat Yalçın, Ses Gazetesi ve “Hilmi Tükel” matbaası, omuz başında sokağa adını veren “Çalgıcılar Derneği”nin kahvehanesi. Çok sesli müziğe canlılık getiren notanın merdivenleri gibiydi bu mekân. Karagöz Mehmet’in başkanlığında düğünler bağlanır, iş dağıtılırdı.

Tenekeci Mehmet Gönülaçar, pompalı gaz ocağı devrinde, galvanizli kovalar, turşu tenekeleri ve soba borularını bakır havyanın ucundaki lehimle okşar dururdu. Yanındaki tahta kulübede ayakkabı tamircisi Mehmet Zorlu, yumurtacı Eray ve Necdet Baskın. Keçeci Derviş, oğlu Bahattin ve Sebahattin, Derici Ali Rıza, yanında Necati Özçöllü, Ahmet Zengin ve Hasbi İçöz’ün tüpçü dükkânı. Tam köşede yemci Yaşar Tosun ve koltukçu Atilla Gülcan. --Sokağın Hükümet bulvarına doğru geldiğimizde Aydın Palas oteli, köşe’de “Söke Çizmesi” Enver amca, yanında berber “Sabırsız” Hakkı, Terzi İsmail Köybaşı, sonra Ciltci Kazım taşındı. Sırada küçük Çay Ocağı, Terzi Cemil Günday, İbrahim ve Ekrem Utman’ın “Mavi Köşe” Meyhanesi.

Pencerelerini yarı yamalak örten kırmızı perdelerin arasından Galon şişeli şarapların mor efkarı, kaktüs gülüşlü sokağın yüzüne inerdi. Ahmet Bayramoğlu’nun incir, pamuk, tela pamuk sattığı “Bayramoğlu” ticarethanesi. İlhan ve Orhan Kavruk’un yağ ve badem deposu.

Keresteci Şevket Güray (sonradan pamuk çırçır mağazası) üstünde de evi. Yağcılariçi’ne kavuşan sokağın köşesinde Ali Kesici’nin parça bez ve kumaş dükkânı.

Bu dükkânların çoğunun tabanı tahta rabıta, tavanı da kontraplaktandı. Yağcılariçi’nden Hükümet bulvarına bakınca Sakız Bakkalı’nın zarifliği ışıyor. Berber İpekçioğlu’nun, mobilyacı Selahattin Saraçoğlu’na bakan penceresinde asılı ustura kayışları, unutulmuşluğun hüznünde adeta. Gelen- geçene bakıp, usturanın bir o yüzüne, bir bu yüzüne sürtüp bilerlerdi. Eskiden jilet takılan usturalar mı vardı.

Esnaf, dükkânlarında toprak testi ile su soğutma yarışında olurdu. Kimi testinin ağzına darı koçanı sıkıştırır akşamdan, kimisi de boynuna zincirli bakır tas asar. Terzilerin kaldırım önünde kömür ütüleri sabahtan ateşlenirdi, duman keyfinde. “Kokoreç” tepsisi ile sakadatçı İbrahim göründümü, sokağın damak mevsimini değiştirirdi. Fırında ayva kebabı, sepet içinde kaynamış kestane hele kalın bardakta “ üzüm şırası” çocukluk keyfimin gel-gitinde olurlardı.

Terzi dükkânımıza geldiğimde akşamüzeri yağlı simitcinin yolunu gözlerdim. Sokağa ilk uğrayan emektar gazete dağıtıcısı Ahmet amca olurmuş. Gün ağarırken açarmış dükkânı, Gazeteci Süleyman Gezer ve Osman Sezginer. Öyle mantar gibi her yerde gazete satılmazdı hani. Ahmet amca, balya gibi gazete bohçası omuzlar, deri kayışınıda boynundan geçirir, akşamı yapardı Aydın sokaklarında.

Tercüman, Dünya, Son Havadis, Demokrat İzmir, Yeni İstanbul, Akşam, Akis, Yelpaze, Ses, Hayat Mecmuası, dostu olmuşlar yılların derinliğinde. “İstaanbulll!..” diye gürleyen O davudi ses, hala Ramazanpaşa’nın Antik tabanını çınlatıyor adeta. Senelerin ağırlığından, kamburu çıkmış vücuduna rağmen, onu kızdırmak sokağın günlük neşe kaynağı olmuş. Kalmayan gazeteyi sordular mı “ifrit” olurdu Ahmet amca.

Faytonlar girerdi bu sokağa, kırbaç şakırtılarında. Aydın Palas oteli’nin penceresinden, Belediye Bandosu’nda çalışan Bursalı Mehmet’in yanık klarneti kıvrılırdı, “Tekirdağ Karşılaması”nda.

Sıcaklara göç eden kuşlar sessizliğindeki bu sokağa her geçişimde, Altındağ meyhanesinin pikabında, Ahmet Üstün’ün “Lingo, lingo şişeler”i çalıyor. Elinde raptiye kutusu ile Hilmi Tükel, ses matbaanın önünde asılı “Ses sineması”nın afişlerini değiştiriyor halen.

Midye gözlü takvimlerin, yüreğimde sakladığı anıları paylaşmak istedim.

Krizantem beyazında günler dilerim.